Aralık Sonundan Ocak’ın Başına Geçmek
Aralık sonundan Ocak’ın başına geçmek.
Yeni umutlar ve yeni hayallerle…
Oysa aşçı yine siz olduğunuza göre pişireceğiniz çorbanın malzemeleri de aynı olduğuna göre muhteşem bir lezzet yaratabileceğinize inanıyor musunuz?…
Size bu gezegende çok eskiden pişirilen sonraları çok az insanın hatırlayabildiği mükemmel bir lezzeti anlatmak istiyorum. Malzemeler ve yapılış şekli öylesine güzel anlatılmış ki size sadece uygulamak kalmış. Eğer isterseniz?
Masal Tadında Bir Lezzet
Bu gezegende yaşayan herkes aslında kendi rüyasını yaşamak için bu gezegene gelir ama ne yazık ki kendinden önce yaşayan insanların yarattığı bir rüyaya uyanırmış. Bu rüya, gezegenin rüyasıymış. Anne, baba, çevre, okul, din, toplum hepsi bu rüyayı kendi kurallarıyla oluştururmuş. Her yeni doğan da kendinden önce oluşan bu kuralların rüyasına doğduğu için kendi rüyasını unuturmuş.
Bu kurallar o insanın inançlarını da oluştururmuş. İnanç zihinde oluşurmuş, duygularla düşüncelerle beslenirmiş.
Duygular ve düşünceler tohum gibiymiş. Onları zihnimize ekermişiz; iyi tohumlar, kötü tohumlar…
İnsanı en kötü etkileyen tohum korkuymuş. Her korku zihne atılan yanlış bir tohum hatta parazitmiş. Parazit insana yapışıp kanını emen bir asalaktır ya bu tohumlar da zihnimize yapışır, çoğalır çoğaldıkça zihnimizde bir sis olur asıl gerçekleri göremez olurmuşuz. Korkuyla zihnimizde oluşturduğumuz her anlaşma da bizi kendi rüyamızdan uzaklaştırırmış.
İnanç yanında iki şey yaratırmış yargı ve kurban. Korku tohumu ne kadar çok olursa suçluluk duyguları da o kadar çok olur ve bu insanlar kendilerini sürekli yargılar ve kurban yaratırlarmış ne yazık ki yarattıkları kurban hep kendileri olurmuş.
Oysa bu hiç adaletli bir şey değilmiş. Gerçek adalet de ceza bir kez ödenirmiş ama insanlar zihinlerinde sakladıkları bu olayları sürekli hatırladıkları için aynı suçun cezasını sürekli çekerlermiş. Bu da insanın kendine yaptığı en büyük adaletsizlikmiş.
Hani demiştik ya insanlar gezegenin rüyasına uyandı diye işte bu rüyada insanlara öldükten sonra cennet ya da cehennem var diye bir masal anlatılmış. Cennet çok güzel bir yermiş, huzur doluymuş, cehennemse kötü zebanilerin olduğu alev alev yanacağımız bir yermiş. İnsanlar hep bu masala inanmış. Oysa bir tek kişi bile yokmuş cennete ya da cehenneme gidip sonra da gelip oraları anlatan, ama olsunmuş, onlar inanmışlar bir kere.
İşte bu lezzeti bulan bilge insanlar yüzyıllar önce fark etmiş cennetin ve cehennemin aslında sadece zihnimizde olduğunu.
Şimdi burayı çok iyi okuyun; zihnimize hep tohum atıyorduk ya zihnimize sevgiyle oluşturduğumuz korkudan uzak tohumlar atarsak ve bu tohumları yeşertmek, yaşatmak için harekete geçersek kendi cennetimizi yaratmış oluyormuşuz.
Kin öfke nefret gibi sevgiden uzak korku tohumlarını zihnimize ekip yaşama geçirince de kendimizi kendi yarattığımız cehennemimizde cezalandırıyormuşuz.
Aslında insanoğlunun en büyük savaşı kendisiyleymiş. O nedenle de bu bilge insanlar kendilerine savaşçı derlermiş. Bu savaşı kazanmanın ilk adımı da sevgiyle değil korkuyla kurduğu bütün inançlarını ve ilişkilerini tek tek bitirmekmiş.
Gerçek sevginin olduğu yerde asla korku olmazmış çünkü.
İnsanoğlunun kendisiyle yaptığı bu savaşı yenmesi için kendisiyle dört anlaşma yapması gerekiyormuş.
Bunlardan birincisi sözlerimizi özenle seçmemizmiş. En zor olan anlaşma buymuş. Ağzımızdan çıkan her kelime eksiksiz, olumlu ve kusursuz olmalıymış.
Sözler bize Tanrının armağanıymış ve bizim yaratma gücümüzmüş bu nedenle ağzımızdan çıkan her söz iyi ve güzel olduğunda kendimizle ilgili iyi ve güzel şeyleri yaratırmışız.
İkinci anlaşmaya göre hiçbir şeyi kişisel algılamamamız gerekiyormuş. Bizim dışımızda bizim için söylenen hiçbir sözü kişisel algılamamalıymışız. Bu sözler iyi de olsa kötü de olsa bize ait olmayan sözlermiş, sadece söyleyenin inanç ve duygularıyla oluşturduğu yorumlarmış biz bunları üzerimize alır kabul edersek enerjimiz çalınır, gücümüz azalır olumsuz duygu ve düşünce tohumları ekermişiz zihnimize.
Hele hele çocukluğumuzda bu sözleri duyup kişisel algılarsak bu parazitleri içimize yerleştirir bunlardan çok zor kurtulurmuşuz.
Üçüncü anlaşma; Varsayımda bulunmamakmış. İyi ya da kötü varsayımda bulunmak yaşanmamış belki de hiç yaşanmayacak şeyleri düşünüp saplantılar oluşturmamıza neden olur bizim için iyi ve doğru olandan uzaklaşmamızı sağlarmış.
Varsayımda bulunduğumuz zaman anı yaşayamayacağımız için kendi gerçeklerimizi de göremezmişiz.
Son anlaşma yani dördüncü anlaşma aslında en kolay anlaşmaymış; Yaptığımız işin hep en iyisini yapmalıymışız. Bu bilge insanlar insanoğlunun mükemmellik peşinde koştuğunu bilirlermiş oysa mükemmel diye bir şey yokmuş. Mükemmellik anlayışı duygu ve düşüncelerimizin değişmesi ile değişirmiş çünkü.
Sabah bize mükemmel gibi görünen şey öğleden sonra gözümüzde mükemmelliğini yitirebilirmiş. Oysa yaptığımız işe kendimizi verip elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmak bize kendimizi sevdirir özgüvenimizi yükseltirmiş.
Evet işte size uygulaması aslında hiç de zor olmayan masal tadında muhteşem bir lezzet bence hemen Ocak da başlayabilirsiniz pişirmeye.
Pişince ne mi olacak?…
Önce özgür iradenize kavuşacaksınız sonra zihninizdeki sis dağılacak ve bir rüyayı hatırlayacaksınız; kendi rüyanızı.
Bu gezegene gelir gelmez unuttuğunuz kendi rüyanızı…
Değmez mi denemeye?