Boş Veeer
Balat Hastanesi’ne bir arkadaşımı ziyarete gitmeliydim. İstanbul’ da yaşamaya başlayalı çok kısa bir süre olduğu için de zaten özürlü olduğum bu konu beni biraz uğraştırıyordu.
Gideceğim yerin önce kıtasını soruyordum, sonrası kolaydı. Sora sora Bağdat Caddesi’nin değil, Bağdat şehrinin bile bulunduğunu bildiğimden Balat Hastanesi’ne ulaşmak zor olmamalıydı.
Balat öbür kıtadaydı, en kolay da vapurla (motor, feribot) ulaşabilirdim.
Karaköy Eminönü iskelesinin önünde çıtır çıtır görünen ve mis gibi kokan simitlere yenilmeyerek bindim vapura. İlk binenlerden olduğum için boş sayılırdı vapur, cam kenarına oturdum. Aklım hala simitlerdeydi ama olsundu, küçük zaferlerle eğlenen ruhuma iyi gelmişti simit savaşım.
Yine harika bir gündü. Aslında güneşle başlayan gün, bulutlarla gölgelenip biraz soğuduysa da insanı dirilten, sevindiren bir havaydı.
Camdan dışarı baktım; bir sürü martı gözümün alabildiği her yükseklikte ve her pozisyonda uçuyorlardı. Bulutların arasından sızan güneşin huzmeleri, mavinin griye yakın soğuk tonlarında denize adeta yıldızlar bırakıyorlardı ve İstanbul’un artık yarı tanıdık muhteşem görüntüleri beni de içine alıyordu.
Bir kadın oturdu karşıma; mantosu, eşarbı, eşarbın altında saçlarını saklayan bandı bile karaydı. Çantasından bir şeffaf poşet çıkardı, içinde yarım simit vardı. Henüz bir yudum bile almadığım çayımı hemen uzattım ona, olurdu olmazdı derken ikinci zaferimi kazanmıştım ama simidin ucundan bir lokma kopartmam şarttı.
Sonra yanıma bir baba ve delikanlı çağındaki oğlu oturdu. Birazdan başlayacak müthiş keyifli bir sohbetin bilmeden ilk sorusunu sormuştum yanımdaki babaya;
– Balat Hastanesine nasıl gidebilirim acaba?
Baba bilmem dercesine dudaklarını oynatırken, karşımdaki kadın; “Sen bana sorsana ben her yeri bilirim.” dedi.
En fazla 58 diye düşündüm içimden, daha fazlası olamazdı ama yaşının 70 olduğunu sonradan öğrenecektim.
-Tamam sordum o zaman.
– Karaköy’ de inince otobüse bineceksin. Hastanenin önünde indirirler seni. Çok yaşayan mı çok gezen mi derler ya… Ben çok gezerim, her yeri de bilirim. Sen Marmara’ya bindin mi hiç?
– Binmem ki
– Neden? Ben bindim.
– Ben binmem, o kadar çok şey yazıldı ki onun için…
– Boş veeerr korkma! Nasılsa öleceğiz!
– Ölümden korkmuyorum ki ama ölümün de hayırlısı…
– Ben hep gezerim çocuk yok, koca yok. Baba söze karıştı:
– Çocuğunuz yok mu? – Var. Dört tane, ikisi okuyor. Birisi Boğaziçi’nde diğeri Teknik Üniversitesi’nde, mühendis olacaklar. Bana ev de aldılar.
– Ayy ne güzel maşallah ne mutlu size.
– Eskiden kocam zamanında hiç gezemezdim. Beni hep döverdi kocam, hep yüzüme yüzüme vururdu. Neyse öldü boş veeerr…
Baba şaşırmış ve üzülmüş olacak ki “Estağfurullah.” diyebildi sadece.
O kara giysilerin içindeki kadına bakıyordum, anlattıkları zor şeylerdi ama yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Gerçekten de boş vererek yaşadığı belliydi. Aydınlık bir yüz, ışıklı gözler ve kocaman bir gülümseme.
– Eve geç gelirdi, bana ayaklarını yıkatırdı. Bir kere sabaha karşı geldi beni uyandırdı. Uyku sersemiyim, ayaklarını yıkarken ses çıkarmışım diye beni bir tekmeledi tam kuyruk sokumumdan, bir düştüm yere uzun zaman yürüyemedim. Sonra dedi ki “Hiç ayağa kalkma, hiç yürüme inşallah!” O bu lafı etti ya ben o gün ayağa kalktım, yürümeye başladım. Bana lanet ettiği gün ben yürümeye başladım.
Gülümseme yerini kahkahalara bırakmıştı, vapurda biz iki kadın fütursuzca gülüyorduk. Gülme konusunda çocukluğumdan beri lakabım olduğu için çok rahattım.
– Tabi lanet öyle lanet bir şeydir ki döner sahibini bulur.
Halimiz komikti aslında, yanımızdaki baba artık pek söze karışmıyordu. Biz iki kadın çok eğleniyorduk. Konu çok tatsızdı ama olsun onun ‘boş veeerr’leri vardı.
Beş ay olmuştu kocasını kaybedeli. Onunla ilgili hiç kötü bir söz söylemediğini bu satırları yazarken fark edecektim.
Karaköy’e gelmiştik. “Hadi!” dedi “Beraber gidiyoruz, sana otobüsün yerini göstereyim.” Hafif yalpalayarak hızlı hızlı yürüyordu.
– Çok oturdum ya böyle oluyor işte, birazdan açılır bacaklarım.
Arkasından ona yetişmeye çalışıyordum. Otobüsün yanına geldi, kolunu içeri uzattı ve bip sesi… Benim paramı da ödemişti. Bir anda kalakaldım.
– Ayy çok üzüldüm, bunu niçin yaptınız bir çayın lafı mı olur? “Hakkını helal et.” dedi bana ve biz iki kadın sımsıkı sarıldık birbirimize.
– Ne hakkı, ne yaptım ki? Lütfen sen de hakkını helal et.
– Hadi bin artık…Güle güle… Güle güle…
Otobüse binmiştim ruhumun tutunacak çok şeyi vardı ama bedenim tutunmalıydı bir yere. İçimin bütün hüznü gözlerimde birikmişti. “Hayır.” dedim “Dökülmeyeceksiniz.” Evet başarmıştım yine. Bu da üçüncü minik zaferimdi.
Adını sormayı bile akıl edemediğim arkadaşım ben senin adını Boş veeerr koydum. Hani Münevver gibi bir isim…İsim işte… Sen çok şeye boş vermiştin ama kimseye içindeki sevinci ve sevgiyi vermemiştin.
Böyle anlarda gökyüzüne çevrilir başım, şükranlarımı yollarım ve minik minik konuşmalar yaparım. O korunmalıydı, daha da mutlu olmalıydı ve en önemlisi bir daha karşıma çıkmalıydı.
Kim bilir belki yine bir vapurda…
Belki de bir çayın sıcaklığında…