İsa ve Gemisi
İçimin telleri vardır titreyen ve bu tellerde gezinen kuşlarım, belki de notalarım. Onlar kanatlanırlar ve bir türkü tuttururlar ve nedense hüzünlüdür türkülerim.
Havanın erken karardığı kış akşamlarından biriydi, annemdeydim ve geç kalmıştım yine. Arabama doğru giderken yolun ürperten yalnızlığında derin bir nefes ve naylon hışırtısının sesiyle irkilmiştim. Hemen yanımda onu gördüm. Korkarak binmiştim arabama. Kapılarını kilitledim ve kaldım öylece. O beni görmemişti bile; kendi dünyasını yaratmaya çalışıyordu. Zayıftı yaşını bilemedim ama sokaktaki yüzlerce çocuktan biriydi ve bali çekiyordu.
Gidemedim bırakamadım sokağın yalnızlığına onu. Şimdi emekli olan o zamanlar emniyette önemli bir görevi olan arkadaşım gelmişti aklıma. Hemen aradım ve yardım istedim. “Sen git ben onu aldırırım.” demişti. Ama ben gidemedim… O ise her şeyden habersiz ilerliyordu, hafiften slalom yapmaya başlamıştı. Sonra iki kolunu yanlara doğru açtı ve koşarak muhtemelen uçuşa geçti. O önde bense farlarını yakmadığım arabamda daha da ıssız sokaklara doğru ilerliyorduk. Arada bir geri geliyordu ben de duruyordum. Sonra yine geri dönüş ve uçuş.
Zaman ya akıyordu ya da akmıyordu, gelen giden yoktu ve ben bilmem kaçıncı kez arkadaşımı arıyordum. Nerede kalmışlardı? O ise bana bilmem kaçıncı kez devriyenin geleceğini, hemen oradan ayrılmamı söylüyordu. Benim hiç öyle lüksüm olmamıştı arkamı dönememiştim. Garip bir sorumluluk kim verdi neden verdi bilemem ama kendimi bildim bileli ağır bir yük… Bu arada bir kadın görmüştüm dikiz aynamdan onu gördü ve irkildi, kadını da yanıma aldım. Beraberce beklemeye başladık ve polis otosu gözüktü. Onu araca bindirirlerken “Aaa bizim İsa’ymış!” dediler. “Zararsızdır, kimseye zarar vermez.”
Polislerden İsa’nın ailesine ulaşabileceğim bir numara istedim. Gece 23.30’du numara elime ulaşmıştı ve telefonun ucunda annesi vardı. Hiç beklemediğim kadar canlı bir ses “Ahhh!” diyordu; “Ne yaptıysam olmadı, baş edemedim.” Yaşı yirmi üçtü ve aslında çok iyi, çok uslu bir çocuktu annesinin anlatımıyla. Benim için de yeni bir pencere hem dışa hem içe açılan. Ertesi sabah bu konuda duyarlılığını bildiğim için validen rica etmiştim; İsa’yı tedavi ettirmeliydik…
Ve İsa tedavi olmuştu hatta bir lokantada o gün çalışmaya başlamıştı. Ve ben onu o gün ziyarete gidecektim, garip ama heyecanlıydım. Beni artık biliyordu ama hiç görmemişti hatta henüz hiç konuşmamıştık; telefonda bile. Geleceğimi bilmiyordu, ben de ani karar vermiştim. Lokantanın sahibi ile görüştüm ondan yeni garsonu için izin istedim. Bir süre sonra ikimiz masada karşılıklı pide yiyorduk ve garsonlar bize hizmet ediyorlardı. Güzel bir yüzü vardı, gözleri renkliydi, benzi ise soluk… Oldukça zayıftı, çok ağırdı konuşması sesi de kısıktı. Dostu sandığı onu vurmuştu aslında. Ayıkken ondan hep kurtulmak istemiş ama becerememiş. Şimdi iyiydi. Heceler gibi söylüyordu ismimi “Dilek aplacığım çok teşekkür ederim.” Akşam onu ve annesini de alarak Ermenek’teki Kültür Çadırı’nda Sütçüler Toplum Merkezi’nin harika bir gösterisine götürmüştüm.
İsa’nın gözleri ışıl ışıldı. “Kurtulacağım.” diyordu.
Cep telefonuma yeni bir numara eklenmişti. İsa yazıp kaydetmiştim. Zaman zaman görüşürdük. Bir gün telefonda bana gemi maketi yapmak istediğini söylemişti; benim için yapacaktı. Işıkları olacaktı, kocaman olacak diyordu… Bense yalvarmıştım; “Yapma” diye. Biliyordum yapıştırıcı kullanacaktı. Belki de masum bir zemin hazırlıyordu. Çünkü mutlu değildi, bu dünyayla hesapları vardı çözemediği.
Bir gün uzun yıllardır hiç yürüyerek geçmediğim bir yolda yürürken onun sesini duydum. Vardı ama yoktu yine. Beni tanımamıştı ve bana güzel sözlerle laf atıyordu. O an hiçbir şey yapamadım. “İsa ne oldu sana yine?” dahi diyemedim. İki gün sonra da koca şehirde yine o saatte hiç geçemeyeceğim ara bir yolda durmak zorunda kalmıştım yol kapalı olduğu için. Önümde polis otosu içeri bir genci sokmaya çalışıyorlardı. Ve o genç İsa’ydı…. Arabamı kenara çektim kontağı kapattım. Gözümden yaşlar boşalırken başımı göğe çevirdim ve sordum: “Tanrım bana ne anlatmak istiyorsun?” Orada o şekilde ne kadar kaldığımı bilemiyorum, zamanın içinde değilim çünkü. Cevap da alamamıştım ama sorularım çoğalmıştı. Boşluğa düşmüştüm bir kez daha. Sonra sonra akıp gitti zaman. Ve o gün benim dönüm noktam olamadı. Çünkü hep ‘gidemedim’, hep ‘dönemedim’ ama çok ‘düşündüm’.
Bir gün psikolog bir bayanla karşılaştım, uyuşturucu bağımlısı gençlerle ilgileniyordu ve İsa’yı tanıyordu. İsa’nın bilmediğim farklı rahatsızlıklarından bahsetti. Psikolojik yardımın dışında o konunun uzmanı bir doktordan kesinlikle yardım alması gerekiyordu.
Bu arada İsa yeniden tedavi olmuştu. Baliyi bir kenara bırakmış, beni aramıştı. Telefonda konuştuğumda rahatsızlığını duyduğumu söyledim ve onu uzman bir doktor arkadaşıma yolladım. Rahatsızlığı ciddiydi, tedavi olması gerekliydi ve sağ olsun, arkadaşım bu tedaviyi üstlenmişti.
Bir gün beni aradı İsa “Dilek Aplacığım bir tiyatro oynuyoruz, gelir misin?” demişti. Ben ne yazık ki gidememiştim. Birkaç gün önce Devlet Tiyatrosundan arkadaşım Selim’le otururken bana aniden şöyle dedi “Yaa Dilek sorma, benim tiyatro oynattığım iki bağımlı çocuk vardı, birisine araba çarpmış Aksu yakınlarında ve ölmüş.
Selim’in yanından ayrıldım, arabama bindim. Bir umut içimde… O değil!.. O olmasın!.. Telefonumu açtım ve İsa’ya bastım. ‘Aradığınız numara kullanılmamaktadır.’ İçimin kuşları çırpınmaya başladı. Akşam evde annesini arıyordum. Son bir ümit…
İçimde titreyen tellerim, tellerimde gezinen kuşlarım genelde hüzünlü türküler tutturur, bu sefer ağıttı tutturdukları…
Ve bir pencerem kapanmıştı dışa açılan. Ama içime aydınlık girmişti bir kez daha; ne olursa olsun… Ve ben cevabımı almıştım.
Not: Bu yazımı yazdıktan iki gün sonra Antalya’ya yerleşen bir iş arkadaşımız Leyla yazımı okudu ve bana bu gemiyi gördüğünü söyledi. İnanamadım. Geminin yapıldığını biliyordum ama tam olarak bittiğini bilmiyordum. Gemi Leyla’nın arkadaşlarındaymış çünkü o evin oğlu İsa’nın kardeşlerinin arkadaşlarıymış ve gemi emaneten orada duruyormuş.
Annesi Meryem Hanım telefonda “İsa’yı seviyordun ama gemiyi görünce İsa’ya on kez daha hayran olacaksın” demişti.
Hayranlığın sınırını bilemiyorum ama hayranlığın çok daha ötesindeydim. Geminin direği neredeyse boyum kadardı. Arkadaki şezlonglara kadar düşünmüştü, bu nasıl bir yetenekti, beceriydi bilemedim. Oysa sokakta rastladığımız onlarca çocuktan gençten biriydi üstelik bazen korkuyla uzaklaştığımız bazen de hiç görmezden geldiğimiz.
En şaşırtıcı olan da Antalya’ya yeni taşınmış olan Leyla’nın tanıdığı tek evde bu geminin olmasıydı.
Bir kez daha anlıyordum hiçbir şeyin tesadüf olmadığını.
“Tanrı zar atmaz demişti” Einstein.
Ahh sevgili İsa! Gemin kocaman ve ışıl ışıldı. Sen de hep ışıklar içinde ol!