Kadınların Çoğu Yaralıdır Aslında
Oysa hepsinin hafızasında kayıtlar vardır ataannelerinin acılarıyla ilgili.
Zamanlı zamansız iç sıkıntıları, boğazından aşağı bir türlü indiremediği ayva lokmaları, belli bir yaş döneminin gereği sayılan ateş basmalarının çoğu, hep bu acının sessiz ağıtlarını duyabiliyor olmasındandır.
Yazgı dediği, kader sandığı pek çok şeyi hala değiştirememiş olmasını, içi bilir aslında ama o bilmez. Kolaydır çünkü bilindik rollerle tüketmek hayatı.
Cesur olmayı değil sabretmeyi öğrendiği için gemi olduğunu bile bilmeden hep sığınacak bir limanı arar durur. Ve yoktur tabi ki limanı…
Kısır bir döngünün içinde olduğunu fark etmeden, döner rüzgâra güdümlü yel değirmenleri gibi. Kendi rüzgarını yaratamaz bir türlü. Esmeyi bir bilse yaratacağı fırtınanın düzeni bozmak değil düzeni yaratmak olacağını fark edemez bir türlü.
En baştan başlasa. Sadece, hep bir umutla neyi beklediğini bilmediği halde yine de beklemeyi öğrendiği yılların; feri tükenmiş bakışlarını en başa götürebilse…
Tüm gökyüzü gözlerinde olurdu. Güneş, ay, yıldızlar hepsi…
Ve fark ederdi ki:
Önce masallar değişmeliydi. Masallar uyutmak için değil umutlandırmak için olmalıydı. 0 nedenle de masal saatleri en berrak zamanlara alınmalıydı. Kral, padişah, Keloğlan, beyaz atlı prens hepsi masallardan çıkarılmalı; yeniden yerlerini alırken iyi kalpli kral yanında sevgi dolu bir kraliçeyle, halkını seven padişah anaç bir sultanla, Keloğlan saçlarını sevdiği Rapunzel’le, beyaz atlı prens de kendi kadar iyi bir binici olan yağız atlı prensesle birlikte olmalıydı.
Tüm inandığı güvenle başını koyduğu ninnilerdeki tıpış tıpış yürümeler de gerçek olmalıydı.
Kızdığı zaman evin kapısını çarpıp, parçalanmış ruhunu yeniden bütünlemeye giden abisi ya da erkek kardeşi kadar tıpış tıpış yürüyebilmeliydi o da; kendi bütününü bulabilmek için.
Ömrünün en dürüst, en masum yıllarında iki eli göğsünde bağlı cici kız olmanın tüm detayları yerine içindeki kuşların kanatlarını nasıl çırpacağını öğrenebilmeliydi.
Kendi parmak izinin başka kimsede olmadığını bilmeli, ne kadar değerli olduğunu hep hissetmeliydi. Ancak o zaman bilebilirdi kömür gözlerinin aslında elmas olduğunu ve kendine ait olmayan yeşil ya da mavi bakışların aslında kendini, kendine kör ettiğini.
Belli bir yaşa gelince bazılarının saçını ya da aklını bağlamak istercesine bir bez parçasına tutsak hayatını iğrenç görüp, onu dışlayıp düşman mevzilerine yerleştirmek yerine, bir gönül bağı kurabilmeliydi. Belki de bu gönül bağı çoğu zaman istenmeden bağlanan bez parçalarının ucuna değer, çözebilirdi bağı ve sahibini de.
Ya da o bez parçasına tutsak yaşayanlar korkmadan sevebilseydi yaratanını ve ona yüreğiyle inanabilseydi ve hatta onunla uzun uzun içinden konuşabilseydi. Öyle ki eğer şah damarından daha yakındaysa, çekinmeden cesurca sorular sorup “Onu da sen yarattın, beni de. Peki neden?” diyebilseydi. “Ya ellerim ya kirpiklerim?” diye sonu gelmeyecek sorularına yanıt ararken hala ısrarcı olur muydu o bez parçası için.
Arkadaşlarını seçerken sadece dürüst olmalarının bile ne kadar önemli olduğunu; yalnız onun sevdikleri için değil tüm halkları kucaklayabildikleri için arkadaş hanesinde yer almaları gerektiğini bilmeliydi.
Hayat arkadaşını seçerken de çok önemliydi bunlar, hayat arkadaşı hayatının arkadaşı olmalıydı, iyi günde kötü günde denilen cinsten, garantisi sadece varlığı olmalıydı bankası yerine. Bir çorba bir hırka ikilisinin bile dünyadaki tüm huzurları satın alabileceğini görmeliydi.
En çok anne duygularının onurunu yaşamalıydı. Bu duygu onun yüreğini öyle büyütmeliydi ki tüm çocukların annesi olup, kendini hepsinden sorumlu hissetmeliydi. Bu gezegende akan kanların aslında kendi yüreğinden geçtiğini bilmeli, savaşa karşı savaş vermeliydi. Yürek gücünün bilek gücünden daha büyük olduğunu başka nasıl anlatabilirdi ki. Hem böylece kahramanlığın ya da zafer kazanmanın anlamını çok daha iyi fark edebilirdi.
Ah keşke keşke dönebilseydi en başa…
Mutsuzluğunu hissettiği bu erkek kimlikli dünyayı; cesaretsizliği ve basiretsizliği ile erkekleri de eğiten bir anne olarak kendisinin yarattığını bir görebilseydi.
Yaşam onurlu bir şeydi oysa, yüce bir amacı olmalıydı.
Kendini hiç çekinmeden feda edebilecek sevgi dolu yürekleri arar dururdu.
Gün dolardı kendini tükettiğini bilmeden.
Ve bir gemi olduğunu bile bilmeyenler; sığınacak limanını arardı…